Önce Şirazlı Sadi’den seneler önce okuduğum ve hayal meyal hatırladığım o meşhur hikâyeyi nakledeyim.
Hikâye bu ya. Adamın biri şeytanla karşılaşmış. Bakmış ki şeytanın tasvir kitaplarında anlatılan, hamam kapılarına resmedilen simasıyla uzaktan yakından alakası yok. Eli yüzü düzgün, endamı yerinde, boyu uzun, bayağı yakışıklı biriymiş şeytan. Sormuş adam: “Seni öyle anlatıyorlar ki boynuzunla, kuyruğunla, kıpkırmızı renginle, kör gözünle dünyanın en çirkin yaratığı olarak bekliyordum karşımda seni. Oysa senin oldukça düzgün bir tipin var. Nedir bunun hikmeti?”
Şeytan, cevap vermiş: “Aslında benim görünüşüm hep böyleydi. Ancak biliyorsun ya, insanlar bana kızgın. Âdem’i cennetten kovdurdum kovduralı öfkeliler bana. O yüzden beni çirkin, berbat biri olarak tanımlayıp tasvir ediyorlar. Anlayacağın, kalem düşmanın elinde.”
Antalya Film Festivali’nin iptaliyle sonuçlanan süreçte de, Hilal Nesin’in Karabağ’dan burunları bile kanamadan ve kendi istekleriyle giden Ermenilere berbat sesiyle yaktığı ağıtta da, dünyaca ünlü oyuncu Mel Gibson’ın Ermeni diasporasına destek verirken salladığı yalanlarda da aklımda hep bu hikâye ve son cümlesi vardı: “Kalem düşmanın elinde.”
Bilinen şeydir: Tanımlamazsanız, tanımlanırsınız. Tarif etmezseniz, tarif edilirsiniz. Çerçevelemezseniz, çerçeve içine alınırsınız.
Antalya Film Festivali’nin iptaline giden süreci ele alalım mesela. Kanun Hükmünde isimli ve açık açık FETÖ, dolayısıyla terör propagandası yapan belgeselin yarışmadan çıkarılması neticesinde festivalin jüri üyeleri o meşhur “sanat sansürlenemez” zırvasına sığınıp festivalden çekildiklerini bildirdiler.
Demet Akbağ’ından Ayşegül Aldinç’ine, Sema Kaygusuz’dan Ezel Akay’ına kadar jürinin içinden tek bir kimse çıkıp da “yahu bu operasyon çocukları, bu P.İ.Ç üyeleri 15 Temmuz’da yüzlerce insan öldürdü, az kala memleketi Amerika’ya satacaklardı, bunun propagandasına alet olmayalım” demedi.
Niye demediler? Çünkü “kalem düşmanın elinde” de ondan. Bir an olsun Türkiye’den, memleketten, memleketin insanından yana olmak akıllarının ucundan bile geçmiyor da ondan. Ama kabahat onların mı, söyleyin bana.
Hayır, kabahat kesinlikle onların değil. Kabahat, 22 yıldır memleketi yönetenlerin. “Tanımlama üstünlüğü”nün kendilerine geçmesiyle, hele bunu kültür üzerinden başarmakla hiç ilgilenmediler. Hiçbir zaman ilgilenmediler. 2002’de yetiştirilmeye başlayan çocuklar şu an Türkiye’nin kültür hayatını domine edebilir, dünyaya 15 Temmuz’da olan bitenin hakikatini onlarca film, yüzlerce belgesel, yüzlerce kitap ve sanat etkinliği ile duyurabilirlerdi mesela. Öyle yapsalardı bu operasyon çocuklarının belgesel diye yaptığı propagandanın esamisi okunmazdı.
Ama yok. Biz istiyoruz ki illa bizi başkaları tanımlasın ve biz o tanımlama üzerinden reaksiyon gösterelim. Bu reaksiyon da genellikle “sanat düşmanlığı”, “spor düşmanlığı”, “bilim düşmanlığı”, “kültür düşmanlığı” olarak algılansın.
Ayrıca ne sanatı, ne kültürü? Operasyon çocuğu bir terör örgütünün sümüklü propagandası ne zamandan beri sanatın, kültürün içerisinde değerlendiriliyor da biz bu olan bitene tepki verdiğimizde kültürün, sanatın düşmanı olalım?
Vallahi de billahi de o kadar “ölü taklidi” yapıyoruz ki bu konularda işte şu yukarıdaki cümleleri bile rahat rahat kuramayıp “ama’lı, fakat’lı, ancak’lı” konuşuyoruz durmadan.
Azerbaycan hiçbir sivil öldürmemişken Hankendi’deki Ermenileri bire kadar katletmiş gibi yapılan propagandaya karşı sergileyebildiğimiz hiçbir “tanımlama tavrı” yok. Gerçekleri de tezimizi de “sarih” şekilde anlatabilecek temel nosyondan yoksunmuşuz gibi davranıyoruz.
Çünkü asla ve asla önemsemiyoruz. Önemsemediğimiz için de göreceksiniz, 10 yıl sonra bugün Hankendi’de gözümüzün önünde olup bitenler “katliam” olarak pazarlanacak bütün dünyaya.
Kalemi düşmanın elinden almak ve tarihi avcıların yazmasına müsaade etmemek için “aslanların okuma yazma öğrenmesi” gerekiyor. Onu diyorum, başkasını değil.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismail-kilicarslan/kalem-dusmanin-elinde-4564666